11. Sahv-sekr* S a h v: Gaybet hâlinin nihayete ermesinden sonra his ve şuur hâline dönüştür. Sekr ise kuvvetli bir varidin tesiri ile gaybet hâline geçiştir (10). Sekr, bir bakıma gaybet hâlinden daha fazla ve daha kuvvetli bir hâldir. Çünkü bazan sekr sahibi sekr hâlinde tam ve mükemmel bir mertebede olmadığı zaman bast hâlinde bulunur. Bazan sekr halinde (sekr tam olduğu için) eşyayı hatırlama hâli kalbinden zail olur. Varidin kendisini mükemmel bir şekilde istilâ etmediği mütesâkir (irâdesi ile sekre gelen) in durumu budur. Bu takdirde sûiide (zayıf da olsa, şuur ve) his hâlinin bulunması caizdir. (Bu durumda gaybet sekrden kuvvetli olur). Bazan sekr hâli gaybet hâlinden daha fazla ve daha kuvvetli olur. Bazan-gaybet sahibi gaybetinde, sekr sahibinden daha tam olur. Sekr hâlinde mükemmel bir mertebeye ulaşmamış olan mütesâkire nazaran gaybet sahibinin durumu budur. Rağbet ve rehbet (îstek ve endişe) nin gereği, havf ve recâ (korku ve ümit) in icabı olarak kalbe gâlib ve arız olan hâller sebebiyle gaybet, âbid (ve mübtedi) ler için bahiskonusu olur. Sekr ise sadece vecd sahipleri için bahiskonusu olur. Kul, cemâl vasfı ile mükâşefe hâline erdirildi mi (yani sûfî cemâl tecellisini ve kemâl sıfatlarını temaşa etti mi) sekr hasıl olur, ruh neşelenir, kalp aşk hislerine gark olur. (îlâhi cemâli temaşa halindeki sekri anlatmak için) şu şiiri okurlar: «(Hakk Taâlâ der ki: Ey kulum): hitabımı dinlerken sahv hâlinde olman vuslatın ta kendisidir. Beni temaşa ederken sekr hâline geçmen sana (aşk) şarabını mubah kılmada... Bu şekirdeki şarabın sakisi de, içicisi de bıkmaz. (Güzelliğini) temaşa etmenin meydana • Sakv ve sekr bahsini krş: iuraa, s. 320, 342; Ta´arruf, s. 113; Keşfu´l- mahcûb, s. 230; Avârifu´l-maarif, IV, s. 461. 10. Sekr veya sükr, sarhoş olmak, içki içerek kendinden geçmek, mest olmak; Sahv, ayılmak, ayıklık hali, şuur ve idrâk haline dönme, ifâkat. getirdiği mahmurluk; aklı sarhoş ve insanı mest eden bir kadehtir.» Şu şiir bu makamda okunur: «Meclis ehli kadehin dönmesinden (içmekten), ben ise kadehi döndürenden (kadehi döndürenin güzelliğini seyretmekten) sermest oldum.» Şu şiir de bu gibi hallerde okunur: «Benim iki nevi sarhoşluğum var (biri sevgilimin bana ihsanda bulunması ve beni nimeti ile sarhoş etmesi, diğeri onun cemâlini ve kemâlini temaşa ederek sarhoş olmam). Arkadaşlarımın sarhoşluğu ise bir nevidir. İki nevi sarhoşluktan biri sadece bana mahsustur.» Şu şiir de bu makamda okunur: «İki nevi sarhoşluk var: Biri sevgilinin ihsan ve nimetine nail olmaktan, diğeri, sevgilinin güzelliğini temaşa etmekten ileri gelmekte. Şu halde iki nevi sarhoşlukla mest olan bir yiğit ne zaman ayılacaktır?» (Sahv hâlinde ihsan ile, sekr hâlinde cemâlini temaşa ile mesttir). Sahv hâlinin sekr hâline göre olduğunu bilmek lâzımdır. Sekri Hakk ile olanın sahvı da Hakk ile olur. Sekri nefsâni hazlarla karışık olanın, sahvı da bu nevi hazlarla birlikte bulunur. Sahv hâlinde Hakk üzere olan, sekr hâlinde ilâhî bir muhafaza altında bulundurulur. Sahv ve sekr hâlleri (cem´ hâline değil) tefrika hâline işaret ederler. Hakikat sultanından (ve ilâhi tecellilerden) alâmetler zuhur edince mahv ve kahr olmak kulun sıfatı haline gelir. Şu şiiri bu mânada okurlar: «Sabah, şarap kadehi üzerine doğunca sarhoş ile ayık eşit olur» ilâhî tecellilerin zuhuru anında herkes yok olmada eşit olur). Allah Taâlâ buyurur ki: «Rabbı dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Musa kendinden geçerek yere düştü» (A´raf, 7/143). Bu tecelli karşısında, Hz. Musa kadri ve şanı yüce bir Resul iken, kendinden geçerek yere düşmüş, dağ katılığına ve kuvvetine rağmen, parçalanarak yerle bir olmuştu. Kul, sekr hâlinde hâl şahidi iledir (manevî bir hâl ile huzur-i ilâhidedir). Sahv hâlinde ilim şahidi iledir (şeriat ilmine göre şuurlu olarak hareket eder). Ancak sekr hâlinde kendi zorlaması ve gayreti ile değil, (Allah tarafından) hıfz edilmiştir. Sahv hâlinde ise kendi irâdesi ve tasarrufu ile korunmaya çalışmaktadır. Sahv ve sükr hâli zevk (tatma) ve şirb (içme) hâlinden sonra gelir. 12. Zevk-şirb* Zevk ve şirb (şerb veya şürb de olur), sûfîlerin dillerinden bırakmadıkları kelimelerdendir. Sûfîler bu iki kelime ile tecelli meyvalarmdan, keşif neticelerinden ve varidatın tesiri ile aniden gelen hâllerden olmak üzere içlerine doğan hususları anlatırlar. Bunlardan ilkine zevk (tatma), sonrakine şirb (içme), en sondakine reyy (kanma) tâbir ederler. Muâmelelerindeki safvet, sûfîlerin mânaların zevkini tatmalarını; makamlarının bütün hakkını yerine getirdikten sonra bir üst makama yükselmeleri şirb hâlini; vuslatlarının devamlı oluşu reyy hâlini gerektirir. Şu halde zevk sahibi mütesâ-kir tyarı sarhoş) tur. Şirb sahibi tam mesttir, reyy sahibi ise sahv halindedir, ayıktır. Aşkı kuvvetli olanın şirbi sürekli olur. Sürekli olarak bu sıfatta bulunan bir sûfî için şirb, sekr sonucunu doğurmaz, (çünkü o sekr halinden sahv haline döndüğü zaman yine vuslat halindedir, kemâl hali de budur). Bu duruma göre sûfînin sahv hâli de Hakk iledir. O bütün nefsânî hazlardan fâni olmuştur. Gelen vâridler ona tesir etmez, içinde bulunduğu durumu değiştirmez. Bir kimsenin sırrı saf hâle gelirse şirb onun durumunu bulandırmaz. Gıdası şarap olan, şaraptan ayrı kalmağa sabredemez, onsuz yapamaz. Şu şiir bu makamda okunur: «Aramızda dolaşan kadeh, süt annemizdir. Ondan tatmazsak yaşamamız mümkün olmaz.» Şu şiir de bu mânada okunur «Şaşarım o kimseye ki Rabbımı zikrettim (hatırladım) der! O´nu hiç unuttum mu ki, unuttuğumu hatırlamak bahiskonusu olsun? Aşkı kadeh kadeh içtim. Fakat ne şarap bitti, ne de ben kandım.» Yahya b. Muaz´ın, Bayezid Bistâmî´ye şöyle yazdığı nakledilir: «Burada biri var, aşk kadehinden öyle içti ki, bir daha sarhoş olmadı.» Bayezid ona şöyle cevap verdi: «Hâlindeki za´fa şaştım, burada biri var, dünyadaki bütün denizleri içtiği halde, ağzını açmış daha yok mu, diyor» (11). Malûmdur ki yakınlık (kurb ve vuslat) kadehleri gaybtan sunulur • Zevk ve şürb bahsini krş: Lunıa, s. 372; Keşfu´l-mahcûb, s. 507; Avârifu´l- maarif, IV. 470. 11. İçmek, sarhoş olmak, şaraba doymak ve kanmak, ayılmak, kadeh, meyhane ve saki gibi deyimler ilâhî aşkı ifade eden mecazlar ve remizler olarak tasavvufta kullanılmaktadır. 13. Mahv-isbât* Mahv alışılan sıfatları (ve huyları) ortadan kaldırmak, isbât ise ibadetin hükümlerini (icaplarını) ifa etmektir (12). Bir kimse kendi hâl ve hareketlerinden, zemmedilen huyları uzaklaştırır, onun yerine övülen hâl ve fiilleri koyarsa, o kimse mahv ve isbat sahibidir. Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) in şöyle dediğini işitmiştim: «Şeyhlerden biri bir zata dedi ki: Mahvettiğin şey nedir? İsbat ettiğin şey nedir? Adam cevap veremedi, sükût etti. Şeyh dedi ki: Vaktin (ve zamanın) mahv ve isbat olduğunu bilmiyor musun? Bir kimsenin mahv ve isbat hâli olmazsa, o kimse âtıl, tenbel ve ihmalkârdır» (o halde hiç durma, içinde yaşadığın vakit içinde kötü huylardan uzaklaş ve güzel huylar edin). Mahv, zahirden ve bedenden, hataları mahvetme (izâle etme, silme) kalbten gafleti mahvetme, ruhtan illeti (Allah´tan başka bir şey görme hâli) mahvetme gibi kısımlara ayrılır. Hata ve günahın (bedenden izâle ve) mahvedilmesi, yerine (isbat, taat ve) muamelelerin konulması, mânasına gelir. (îsbat hâli). Gafletin mahvında, makamlarla ilgili çeşitli menzillere ulaşma hâlini isbat vardır. (Allah´la meşgul olmaya engel olan) illetin mahvında O´na vuslat vardır. Ubudiyet şartına ve kula göre mahv ve isbatın mânası budur. Fakat aslında mahv ve isbatın hakikati ilâhi kudretten sudur eder. Buna göre mahv Hakk´ın örttüğü ve sildiği, isbat Hakk´ın açıkladığı ve meydana çıkardığı şeydir. Mahv ve isbat Allah´ın irâdesine inhisar eder. Hakk Taâlâ: «Allah dilediğini mahv, dilediğini isbat eder» (Ra´d, 13/39) buyurmuştur. Derler ki: Hakk Taâlâ ariflerin kalbinden Allah Taâlâ´dan başka şeylerin hatırasını ve düşüncesini mahv eder. Mürit ve mübtedilerin dilinde Allah´ın zikrini isbat eder, var eder, Allah´ın her bir insanla ilgili mahvı ve isbatı, o kimsenin hâline lâyık şekilde olur. Hakk Sübhanehu ve Taâlâ bir kimsenin (kendini ve fiillerini) görme hâlini mahvederse, onu • Mahv ve isbat bahsini krg: Luma, s. 355; Avârifu´l-maarif, IV, 465. 12. Mahv: Yok etmek, silmek, gidermek, mahv olmak. İsbat: Var kılmak, devam ettirmek, kaymak, bırakmak. Adamın biri Şiblî (r.a.) ye-. Seni mahzun bir halde görmemin sebebi nedir? Hakk seninle, sen de Hakk´la değil misin? dedi. Şiblî dedi ki: «Ben O´nunla birlikte olsaydım; ben, ben olurdum. Fakat ben O´nda mahv (ve fâni olmuş bir) haldeyim.» (Bende tasarruf eden O´dur, benim irâde ve ihtiyarım yoktur. Ben yok, O vardır, ben bende değilim...). Mahv hâlinin üstündeki hale mahk denir. Mahv hâli bir takım izler ve eserler bıraktığı hâlde «mahk» hâli iz ve eser bile bırakmaz. Sûfîler zümresinin nihaî gayesi Hakk Taâlâ´nın onları, kendilerini görme halinden yok etmesi (mahk), sonra onları kendilerini görme hâlinden de yok ettikten sonra bir daha bu hale iade etmemesidir. 14. Setr-tecellî* Avam (mübtediler) setr perdesi içindedir. Havas ise devamlı olarak tecelli hâlini temaşa durumundadır. Hadiste: «Allah bir şeye tecelli edince, o şey Hakk´a boyun eğer» (13) buyurulmuştur. Şu hâlde setr sahibi şuhûdunun vasfı iledir Allah´ın üzerindeki nimetini görme halindedir). Tecelli sahibi ise ebedi olarak Hakk´a boyun eğme vasfı ile bulunur. Avam için setr ceza, havas için ise rahmettir. Çünkü Allah mükâşefe suretiyle gösterdiği tecellileri setr etmeseydi, hakikat sultanı (ve ilâhi tecelliler) zuhur ettiği zaman havas mahv ve perişan olurdu. Fakat Hakk Taâlâ bazan onlara tecellilerini gösterdiği gibi, bazan da onlardan gizlemektedir (14). Mansûr Mağribî´nin şöyle dediğini işitmiştim: «Fukara (derviş- • Setr ve tecelli bahsini krş: Luma, s. 363; Ta´arruf, 121; Keşfu´l-mahcftb, s. 405, Avârifu´l-maartf, IV, 461. 13. Nesaî, Küsûf, 16; îbn Mâce, İkamet, 152. 14. Setr veya sitr, örtü, perde, hicap, kulun ayıbını ve kusurunu görmemesi hali. Kul ile Allah arasında perde bulunması hali; Tecellî: Beşerî ve nefsanî arzu ve nazların ortadan kalkıp Hakk´ın tecellilerinin görülmesi hali, kulun kusur ve ayıbını görmesi durumu. bir genç iç geçirdi. Derviş, gencin halinden sordu. Dediler ki: Amcasının bir kızı var, gönlünü ona kaptırdı. Bu kız kendi çadırında yürürken eteğinin kaldırdığı tozları gören genç baygınlık geçirdi. Derviş, kızın çadırına gitti ve: Garip ve misafir kişilerin katınızda hürmeti ve itibarı vardır, şu gencin işi hakkında size şefaatçi olmak için geldim. Senin aşkın genci ne hale getirmiş, bir bak ve ona merhamet et, dedi. Kız dervişe dedi ki: Sübhanellah! Sen kalbi temiz bir kişisin, o benim eteğimden kalkan tozları görmeye takat getiremiyor, sohbetime nasıl tahammül edecek?» (Bunun gibi setr ve tecellinin kaybolması hâli bazıları için rahmet olur. Çünkü tecelli devamlı olursa, kul takat getiremez). Sûfîler taifesinin en aşağı tabakası (avam) tecelli halinde yaşar, setr hâli ise onlar için belâdır. (Avama kusurları gösterilirse buna tecelli denir ve onlar için hayat budur, kusurları gösterilmezse buna setr hâli denir ve bu onlar için âfettir). Havâssa gelince, onlar tîş ile ayş (sekr ve sahv) arasında bulunurlar. Çünkü Hakk kendilerine tecelli edince tîş (sıkıntı) hâline geçerler, Hakk kendini onlardan setredince, beşerî hâl ve arzularına iade edilir ve öyle yaşarlar. Derler ki, Hakk Taâlâ´nın Hz. Musa´ya: «Ey Musa! Şu sağ elindeki şey nedir?» (Taha, 20/17) diye hitab etmesinin sebebi, ansızın işiteceği mükâşefenin (mükâşefe ile işiteceği ilâhi hitabın) kendisinde tahammül edemiyeceği bir tesir yapması karşısında onu avutmak ve eğlendirmek için idi. Bunun için Resûlüllah (s.a.): «Bazan kalbimi bir perde bürür, bu perdeyi kaldırmak için günde yetmiş defa istiğfar ederim» (15) buyurmuştur. İstiğfar, setr hâlini talebetmek (günahlarımı ört demek) tir. Çünkü gafr, setr demektir. Nitekim elbiseyi örtmeye gafru´ ssevb, başı örten serpuşa miğfer v.s. denilir. Bu hadisi ile sanki Resûlüllah hakikatin hamlelerine karşı kalbinin setr hâlinde olmasını istemiştir. Çünkü Hakk´ın vücudu ile beraber halk için beka mümkün değildir. Başka bir hadiste: «Allah yüzünden perdeyi açsa, yüzün şuaları ve nurları gözünün gördüğü her şeyi yakar, kül ederdi» (16) buyurmuştur. 15. Müslim, Zikr, 51; Ebu Davud, Vitr, 26. 16. Müslim, İman, 79; îbn Mâce, Mukaddime, 13; İbn Hanbel, IV, 401. Muhâdara, başlangıçtır. Sonra mükâşefe, daha sonra da müşahede, hâli gelir. Muhâdara, kalbin (Allah nezdindeki) huzurudur. Bazan delillerin tevatür haddine ulaşması ile muhâdara hâli hasıl olur. Bu ise hicap ve setr hâlinden sonra bahiskonusu olur. Bazan muhâdara, zikir kuvvetinin (ve sultanının) kalbi istilâ etmesi ile hâsıl olur (Bunun sonunda keşif hâli meydana gelir, kalp ya delil veya zikir ile muhâdara makamına ulaşır). Muhâdaradan sonra mükâşefe hâli gelir. Mükâşefe açıklık vasfını taşıyan bir delil ile gaibin (Hakk´ın) huzurunda oluşu mânasına gelir. Mükâşefe hâlinde delil üzerinde düşünmeye, yol aramaya ihtiyaç yoktur. Bu durumda insanı şek ve şüpheye davet eden hususlardan sakınmaya lüzum yoktur (Çünkü şüphe yoktur). Kul ile gayba ait hususlar arasında perde bulunmaz. Mükâşefeden sonra müşahede hâli gelir. Müşahede herhangi bir şüphe bahiskonusu olmadan Hakk´ın (kulun kalbinde) huzurudur. (Müşahede Hakk´ı eşyada görme, eşyayı tevhid delili ile hâlidir). Sır ve ruh semâsından setr bulutları açılınca şuhûd (temaşa) şulesi şeref burcundan parlamaya başlar. (Ruh temizlenip hicaplar zail olunca, hakikat güneşi insanın içini aydınlatır). Müşahedeyi hakkiyle tarif eden Cüneyd olmuştur. Cüneyd (r.a.) der ki: «Müşahede kendini kaybederek Hakk´ı bulmandır» (Kendinden fâni olman Hakk ile beka bulmandır). Şu halde muhâdara sahibi (Allah´ın var ve bir olduğunu gösteren) delillere merbuttur. Mükâşefe sahibi Allah´ın sıfatları ile bast ve üns halindedir. Mükâşefe sahibi zatı ile (Hakk´ın ehâdiyyet ummanına atılmıştır. Muhâdara sahibini aklı hidayete erdirir. Mükâşefe sahibini ilmi (Allah´a) yaklaştırır. Müşahede sahibini marifeti mahveder (fena makamına ulaştırır). Müşahedenin hakikatini anlatmak için Ebu Osman Mekki (r.a.) um yaptığı tarife hiç bir kimse bir söz ilâve edememiştir. Bu konuda söylediği sözün mânası şudur: Müşahede; araya setr ve inkıta Muhâdara-mukâşefe-tniişâhede bahsini krş: Luma, s. 68, 335; Keşfu´1-mah-rfıh, s. 427, 487; Avarifu´l-maarif, IV, 470. girmeden bir gecede şimşeğin sürekli bir şekilde ve kesintisiz olarak çaktığı farz edilse; gece, gündüz gibi aydınlık olur. Bunun gibi tecelli hâlinin devamlı olması sebebiyle kalbin gecesi (karanlığı) ortadan kalkar, gece diye bir şey olmaz. (Gayb net olarak görülür). Şu şiir bu makamda okunur: «Gecenin karanlığı insanları kaplamışken, benim gecem yüzünle gündüz gibi aydınlık olmuştur. Halk gecenin zifiri karanlığında iken, biz gündüzün ışığındayız.» ^ Nurî der ki: «(Benlikten) kendisinde bir damar kaldıkça kulun müşahedesi sahih değildir» (Allah´tan başka şeyler hakkında bilgisi bulundukça, nefsinden eser kaldıkça müşahede tam olmaz). Yine Nuri, «Sabah olunca kandile ihtiyaç kalmaz» (Rab Taâlâ müşahede edilince, aklî ve naklî delillere ihtiyaç yoktur), der. Müşahede hâlinin bir nevi tefrika mânası taşıdığını vehmeden sûfîler vardır. Bunlara göre «müfaala» babı Arapçada ikilik ifade eder. Fakat bu görüş, bu kanaatta olanların vehminden ibarettir. Çünkü Hakk Sübhanehu ve Taâlâ zuhur edince halk mahv ve helak olur. Arapçada müfaala babı her zaman iki kişi arasında müşareketi bildirmez. «Sâfere», sefere çıktı; «Târeke´n-na´le», ayakkabıyı çaktı vs. gibi fiillerde durum böyledir. Şu şiiri bu makamda okurlar: «Sabah aydınlığı olunca, güneşin ışıkları yıldızların ışıklarını görünmez hale getirdi. Onlara (aşk şarabını) öylesine yudum yudum içirdiler ki, bu şarabı bu şekilde cehennemin ateşi içmiş olsaydı, en hızlı giden biri gibi uçar ve kaybolurdu (Cehennemin ateşini bile söndüren aşk şarabı nefsin ateşini daha rahat söndürür). Kadeh, ama ne kadeh! İçenleri istilâm ve fena hâline getirmede (kendinden geçirmekte ve yok etmekte), kendi benliklerinden koparıp almakta, kendi hâlleri ile başbaşa terketmekte, onlara (beşeriyet ve nefsâniyet namına) hiç bir şey bırakmayan ve terketmiyen bir kadeh onları külliyen mahvetmekte. Beşerî varlığa ait izlerden zerre kadar bir parça bile bırakmamakta.» Nitekim bir sûfî, (sâlikler nefislerinden) «yürüdüler ve gittiler, onlara ait ne bir emmare, ne de bir iz kaldı,» demiştir. Üstad Kuşeyrî (r.a.) der ki: «Bunlar, mânaları birbirine yakın olan kelimelerdir. Aralarında önemli bir fark yok gibidir. Bu üç ıstılah, kalp ile yükselme halinde ve yukarıya doğru çıkış vaziyetinde bulunan, fakat devamlı olarak marifet güneşi tarafından aydınlatılmayan başlangıç durumundaki mübtedilerin sıfatlarını ifade eder. Lâkin Hakk Sübhanehu ve Taâlâ her halükârda bunların kalblerinin rızkını verir. «Onlara orada sabah, akşam rızıkları verilir» (Meryem, 19/62) buyurulması bunu gösterir. Kalp semâsı (nefsânî) haz bulutları ile karardığı zaman, sûfîlere keşif pırıltıları (levâih) zuhur eder, yakınlık (kurb) ışıltıları devâmi´) pırıl pırıl parlar. Onlar setr halinde aniden levâihin gelişini gözetlerler.» Nitekim şâir der ki: Ey parlayan şimşek, şimdi semânın hangi tarafını aydınlatıyorsun? Sûfîlere ilk zuhur eden pırıltılara levâih, sonrakine leva-mi´, daha sonrakine tevali´ denir. Levâih şimşek gibidir, görünür görünmez kaybolur. Nitekim şâir der ki: «Uzun bir müddet birbirimizden ayrı kaldık^ kavuşunca da selâm vermesi ile veda etmesi bir oldu.» Şu şiir de bu makamda okunur: «O ateş almaya gelen biri gibi ziyaret etti. Ey acele acele evin kapısından uğrayıp giden ziyaretçi, içeri girseydin bunun sana ne zararı dokunurdu?» Levâmi´, levâihten daha açıktır. Levâih kadar hızlı bir şekilde olmaz. Levâmi´ iki-üç vakit devam eder. Fakat «Seyretmeye doyamadığı için göz ağlamaktadır» mısraında denildiği ve «Göz, yüze yaşı akıtmaya doymadan rakibi ile karşılaştı.» mısraında belirtildiği gibidir (yani çabuk gelir ve geçer). Levâmi´ parladığı zaman seni senden ayırır ve onunla birleştirir. Fakat gecenin askerleri hücuma geçmedikçe gündüzün nuru karanlık hâle gelmez. Bu gibi kimseler «ravh» ile «nevh» (rahatlık ile üzüntü) arasında bulunurlar. Çünkü bunlar keşf ile setr arasındadırlar. Nitekim şâir demiştir ki: «Gece bizi hırkasındaki ilâvesi ile örter, sabah yaldızlı ridası ile bizi kaplar.» Sonra tevali´in husule gelme zamanında çabuk kaybolur, batışı ile ilgili hâlleri ise uzun sürer. Burada mânaları anlatılan levâih, levâmi´ ve tevâli´in hükümleri değişiktir. Bazıları yok olduğu zaman geriye bir iz bırakmaz, Şevârik yıldızı gibi ki, bu yıldızlar battıkları vakit sanki gece daimîdir zannedilir. Bazıları geriye bir iz bırakır. İzi kaybolsa elemi kalır, nurları batsa eserleri devam eder. Kendisinde bu hâl bulunan kimse ,hüzün ve galebe hâlinin sükûn bulmasından sonra, bu hâlin bereketli ışığı içinde yaşar. Bu hâl ikinci defa kendisine gelene kadar vaktini tehir (durumu idare) ederek kaybettiği mânanın tekrar dönmesi zamanını bekler. Bu hâli bulduğu zaman da onun içinde yaşar.
_________________ ديلاور قيزاكUbeydi Asi Rufai Dervişi Arif oğlu Dilaver Cosoviç "KIZAK"
فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ Febieyyi alai rabbikuma tukezzibani.
|