HAVF Resûlüllah (s.a.) buyurmuştur ki: «Süt, çıktığı memeye girmediği gibi, Allah korkusundan ağlayan kimse Cehenneme girmez. Allah yolunda cihad edenlerin tozu ile insanın burun deliklerine dolan Cehennem dumanı asla bir arada bulunmaz» (23). Resûlüllah (s.a.) • «Benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız» buyurmuştur (24). Ben derim ki: Havf gelecekteki bir şeyle ilgili bir mânadır. Çünkü insan ya başına hoşlanmadığı bir şeyin gelmesinden veya arzu ettiği bir şeyi elde edememekten korkar. Bu ise istikbalde, ileride husule gelecek olan bir husustan başka bir şey değildir. Halde mevcut olan bir şeyle korkunun ilgisi bulunmaz. Allah Taâlâ´dan olan korku, kulun: Allah Taâlâ beni ya dünyada veya âhirette cezalandıracak, diye korkması şeklinde olur. Şüphe yok ki, Hakk Sübha-nehu ve Taâlâ, kulların kendisinden korkmalarını farz kılmış ve: «Eğer iman sahibi iseniz benden korkunuz.» (Âli İmran, 3/175) buyurmuştur. Ve yine Hakk Taâlâ: «Sadece benden korkunuz.» (Nahl, 16/51) buyurmuş ve: «Üstte bulunan Rablarından korkarlar.» (Nahl, 16/50) sözü ile korku sahibi olan müminleri methetmiştir. Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) ın şunu söylediğini işitmiştim: «Korkunun havf, haşyet ve heybet gibi çeşitli mertebeleri mevcuttur; havf îmanın şartındandır. Bunun (muhkem) kaziyesi, yani ispatı, Allah Taâlâ´nın: ´Eğer mümin iseniz benden korkunuz.´ (Âli İmran, 3/187) buyurmuş olmasıdır. Haşyet, ilmin şartındandır. Havf bahsini krş: Luma, s. 60; Ta´arruf, s. 97; Kûtu´l-kulûb, I, 457; İhya, IV, 152. 22. Korkudan maksat havfullah ve haşyetullah adı verilen Allah korkusudur. Cehennem korkusu ve cennete girmeme endişesi de bu korku nevine dahildir. Burada havf, cesaret mânasına da gelir. 23. Tirmizî, Zühd, 8; Nesâî, Cihad, 8; Ibn Hanbel, II, 505. 24. Buharî, İman, 3; Müslim, KUsûf, 1. Ebu´l-Kasım Hakim der ki: «Havf, haşyet ve rehbet olmak üzere iki kısımdır. Rehbet sahibi korktuğu zaman (Allah´a doğru) kaçar ve çareyi kaçmada arar. Haşyet sahibi ise Rabbına sığınır.» (Birincisi kaçmaya, ikincisi Mevlâya iltica eder). Kuşeyri (r.a.) der ki: Cezb, cebz ile aynı mânaya geldiği gibi, hereb de reheb ile aynı mânaya gelir, denilebilir. Kul hereb sahibi olursa, hevâ ve hevesinin gerektirdiği şeye çekilir. Tıpkı hevâ ve heveslerine tâbi olan rahipler gibi. Bu durumda olanlara ilim dizgini vurulunca o zaman şeriatın hakkını yerine getirirler ki, bu da haşyet olur. (Yani; kul günah işlediği zaman korkar ve tevbesinin kabul edilmiyeceği endişesine kapılır. Bu hereb ve rehebtir, bu endişe hevâ ve hevese tâbi olmak şeklinde görünür. Fakat Allah´a sığınır, bu da haşyettir, Rahiplerin durumu buna misâldir). Ebu Hafs, «Kalbin meşalesi havftır, kalp (vicdan) de bulunan hayır ve şer bu meşale ile görülür,» der. Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in şöyle dediğini duydum: «Havf, kendini belki, bugün, yarın gibi şeylerle avutmaman ve mazur görmemendir». Ebu Ömer Dimişkî, «Allah´tan korkan, şeytandan çok nefsinden korkar,» demiştir. İbnu´l-Cellâ, «Korkan, korkulan şeylerin kendisine emniyet verdiği kimsedir,» demiştir. (Başkasının korktuğu şeyler ona güven verir. Zira fayda ve zarar verenin sadece Allah olduğunu bilir, korkulan ile değil, Rabb ile meşgul olur). Derler ki: Ağlayan ve göz yaşını silen hâif değildir (25). Hâif, sadece azap görmeye vesile ve sebep olan şeyleri terkeden kimsedir. Fudayl´a sormuşlar: Neden korkanı göremiyoruz? Demiş ki; «Şayet siz korksaydınız, korkanı görürdünüz. Korkanı, korkanlardan başkası görmez. Nitekim evlâdını kaybeden anne, evlâdı ölen bir anne görmek ister.» (Dertlinin halinden dertli olanlar anlar, derdi olmayan dertliyi nereden bilecek). 25. Hâif ve haifûn: Korkan ve korkanlar, Allah´tan korkan. Aslında hâif cesur kişidir. Kimseden havf eylemez Allah´tan havf eyleyen. Zunnûn Mısrî (r.a.) ye sormuşlar: Korku yolunu tutmak insana ne zaman nasib olur? Demiş ki: «Kendini, hastalığının uzamasından endişe ettiği için her şeyden perhiz yapan bir hasta durumunda gördüğü zaman». Muaz b. Cebel (r.a.) der ki: «Cehennem köprüsünü geride bırakmadıkça müminin kalbi itminan bulmaz, korkusu sükûna ermez?. Bişr Hafi, «Allah´tan olan korku bir melik (padişah veya melek) tir. Takva sahibi olanın kalbinden başka bir yerde konaklamaz,» demiştir. Ebu Osman Hirî, «Korkanın korkudaki kusuru, korku ile sükûn bulması ve ünsiyet etmesidir. Çünkü bu gizli bir iştir» (bilinmez, onun için de tedbir alınamaz, korku makamı ile yetinen üst makamdan mahrum olur) demiştir. Vâsıtî, «Korku, kul ile Allah Taâlâ arasında bulunan bir hicab, bir perdedir,» demiştir. Bu söz, mânası güç anlaşılan müşkil bir sözdür. Bu, şu demektir: Hâif, korku makamında bulunan zâhid sürekli olarak ikinci bir vakit beklemekte, bulunduğundan daha önemli bir makam istemekte, ibn vakt olan sûfî ise istikbal ile değil, hâl ile meşgul bulunmakta, istikbalden bir şey ümit etmemektedir. Unutmamak lazımdır ki, iyi kimseler (ebrâr) in sevap getiren amelleri daha iyi kimseler (mu-karrebûn) için günah kazanma vesilesi olur. (Ebrâr´ın hasenatı mu-karrebûnun seyyiatıdır). Nuri, «Hâif, Rabbından Rabbına kaçan zattır,» demiştir. Sûfîlerden biri: Korkunun alâmeti, şaşkınlık içinde gayb kapısını beklemektir, demiştir. Cüneyd´e, korkunun ne olduğu sorulmuş, o da: «Her nefes alışverişte, her an azab görebilirim, diye ihtimal vermektir,» demiştir. Ebu Süleyman Darânî, «Allah korkusu bir kalbi terkederse, o kalp derhal harap olur,» demiştir. Ebu Osman, «Hakiki korku verâ´ üzere bulunmak, zahiren ve bâtınen günahlardan sakınmaktır,» demiştir. Zunnûn der ki: «Korku hâli zail olmadıkça insanlar doğru yolda yürümektedirler, demektir. Korku hâli zail olunca yoldan saparlar». Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şunu anlattığını duydum: «Bir gün hasta olan İmam Ebü Bekr b. Fürek´i ziyaret etmiştim, onu görünce gözlerim yaşardı, dedim ki: İnşaallah Hakk Taâlâ sana afiyet ve şifa ihsan eyler. Cevaben dedi ki: ölümden korktuğumu mu zannediyorsun? Ben ölümün ötesinden korkmaktayım!» Hz. Aişe, Ya Resûlallah «O kimseler ki, yaptıklarını yaparlar ve kalplerinde de korku vardır.´ (Müminun, 23/60) âyeti ile içki içen, zina ve hırsızlık yapan kimseler mi kastedilmiştir,» diye sormuş. Hz. Peygamber de: «Hayır, bu âyetle oruç tutan, namaz kılan, sadaka ve zekât veren, fakat buna rağmen acaba bu amellerimiz kabul edilecek mi? diye korkan kimseler kastedilmiştir,» (26) buyurmuştur. îbn Mübarek demiştir ki: «Korku hissini heyecan ve harekete getirip kalpte yerleşmesini sağlayan, iç ve dıştaki sürekli mürâkebe hâlidir». Bu söz, İbn Mübarek´ten (başka bir senetle) de nakledilir. İbrahim b. Şeybân, «Korku bir kalbe yerleşti mi, orada bulunan şehvet ve nefsani arzulardan, ne var ne yok hepsini yakar, dünya hırsını kovar,» demiştir. Derler ki: Korku, ilâhî hükümlerin ve kaderin cereyan tarzı hakkındaki güçlü ve kat´î bilgidir. Derler ki: Korku Rab Taâlâ´nın azameti karşısında kalbin harekete geçmesi (titremesi) ve ızdırap duymasıdır. Ebu Süleyman Darâni, «Kalp için uygun olan sadece içinde korku hâlinin galip olmasıdır, recâ hâli galip oldu mu, kalp fesada uğrar, demiş ve sonra müridine hitaben: Ey Ahmed (b. Ebu Havari), rütbelerini terfi edenler korku ile yükseldiler, rütbeleri tenzil edilenler de korku halini zayi ettikleri için alçaltıldılar,» diye ilâve etmiştir. Vâsıtî, «Korku ve ümit (havf ve recâ), kul itaat halini bırakıp benlik sevdasına düşmesin, diye nefsi bağlayan iki yulardır,» demiştir. Yine Vâsıtî der ki: «Hakk, insanın sırrında zahir (ve galip) olunca, recâ halinin fazileti kalmaz». Müellif 26. Müslim, Zühd, 20; îbn Hanbel, II, 159. Cemalullahı müşahede eden ve Onunla beraber olma şerefine nail olan Hakk´tan başkasını düşünemez, havf ve recâ hâlleri ise hadis ve mahlûk oldukları için orada akla gelmez ve onun için de bir değer ifade etmezler). Hüseyn b. Mansur Hallaç demiş ki: «Aziz ve Celil olan Allah müstesna, başka bir şeyden korkan veya bir şeyi ümit eden kimsenin yüzüne Allah bütün kapıları kapatır, ona adi korkuyu (Allah korkusunun dışında kalan korkuları) musallat kılar, kendisi ile onun arasına yetmiş perde çeker, bu perdelerin en az kalın olanı şüphe yok ki yer ile göğün arası kadardır.. Akibetleri üzerinde düşünmeleri ve hallerinin değişmesinden endişe etmeleri, kulların şiddetle korkmalarını gerektiren sebeplerdendir. Allah Taâlâ: ´Onlar Allah´tan beklemedikleri şey ile karşılaştılar.´ (Zümer, 39/47), ´De ki, amel bakımından en çok hüsranda olanları haber vereyim mi? O kimseler ki dünya hayatında sarfettikleri çabalar boşa gider ve iyi bir iş yaptıklarını zannederler.´ (Kehf, 18/104) buyurur». Durumuna imrenilen nice kimseler vardır ki, sahip oldukları haller ters dönmüş, aleyhlerine olmuş ve fena amel işlemeyi arzu eder olmuşlardır. Onun için de üns ve manevi neşe hâli sıkılma (vahşet) durumuna, Hakk´ın huzurunda bulunma ve kalp huzuru hâli, kaybolma durumuna dönüşmüştür. Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in şu şiiri okuduğunu işitmiştim: «Güzel olduğu ve seni bahtiyar ettiği vakit, zaman hakkında hüsnüzanda bulundum, kaderin seni bedbaht edeceği endişesini hiç duymadın. Geceler seninle sulh yaptı, sen de buna kandın. Halbuki saf ve berrak olan geceler birden bulanır, bulutlanır,» (safa, kedere dönüşür). Mansur b. Halef Mağribî´nin şunu anlattığını işitmiştim: «İki kişi uzun süre müritlikte arkadaşlık yapmışlardı. Sonra birisi sefere çıktı ve böylece öbüründen ayrıldı. Aradan bir müddet geçti, fakat kendisinden haber alınamadı. Bu arada Rumlarla İslâmlar arasında bir savaş çıkmış, sefere gitmiyen mürit de bu savaşa iştirak etmişti, harp devam ederken tepeden tırnağa kadar zırh giyinmiş bir zatın ortaya çıkarak teke tek savaşmak (mübareze) için müslümanlardan bir cengâver istediği görüldü. Bunun karşısına bir müslüman çıktı onu öldürdü, biri daha çıktı onu da şehid etti. Bu rumun üçüncü müslümanı da şehid ettiği esnada sufi onun yıllar önce memleketten ayrılan arkadaşı olduğunu tanıdı. Onun yanına gidip sordu Bu ne hal böyle arkadaş? dedi. Rum: Arkadaşın irtidat etti, gitti Rumlar arasına karıştı, evlendi, çoluk-çocuk sahibi oldu, bir sürü servet topladı, diye karşılık verdi. Sûfi: îyi ama sen Kuran´ı birçok kıraat ve vecihle okumaz mı idin? dedi. Rum: Şimdi bir vechini bile hatırlamıyorum, dedi. Sûfi: Yapma bunu, İslama geri dön, dedi. Adam-. Bunu yapamam, zira Rumlar arasında itibar ve servet sahibi oldum. Buradan sen defol git, aksi takdirde üç kişiye yaptığımı sana da yaparım, dedi. Sûfi: Bugün üç müslüman öldürdün, artık dönüp gitmek senin için ayıp değil, ben sana dokunmam, bunu iyi bil, dedi. Adam bunun üzerine yüzünü çevirerek geri döndü. Sûfî derhal kâfiri takibetti, hançerini sapladı ve onu öldürdü». Dikkat edilsin ki, adam bunca mücâhededen sonra, riyazetin bunca sıkıntısını çekmesine rağmen Hıristiyan olarak öldürülmüştür. Derler ki: İblisin başına gelen hadise vukua gelince, Cebrail ile Mikâil (a.s.) uzun müddet ağladılar. Hakk Taâlâ bu iki meleğe vahiy yolu ile: «Neden bu kadar çok ağlıyorsunuz?» diye sordu. Melekler de: «Rabbımızın hilesinden emin değiliz!» dediler. Bunun üzerine Hakk Taâlâ buyurdu ki, Hile (ve mekr) imden emin olmayın, işte böyle olun!» Seriyyu´s-Sakati´nin şunu söylediği hikâye edilir: «Ceza görmekten ve azap çekmekten o kadar çok korkuyorum ki, acaba karardı mı, endişesi ile günde şu kadar defa aynada burnuma bakarım». Ebu Hafs demiştir ki: «Kırk senedir nefsim hakkında beslediğim inanç şudur: Şüphe yok ki, Allah Taâlâ bana gadablı olarak bakmaktadır, amellerim de bunun delili bulunmaktadır». Hâtemu´l-Asamm der ki: «Yerin salih ve elverişli olmasına aldanma, cennetten daha iyi bir yer var mı? Böyle iken Âdem (a.s.) in başına gelen orada gelmedi mi? İbadetin çokluğuna da sakın kanmıyâsın, en çok ibadet eden İblis değil mi idi? Böyle iken başına gelen geldi! İlmin fazlalığına da aldanmayasın, (Beni İsrail ulemasından) Belğam b. Bagûrâ´nın İsm-i Azam´ı iyi bilmesine rağmen başına gelenleri düşün! (Bk. A´raf, 7/176). Salih insanlarla görüşüyorum diye de aldanmıyasın. Resûlüllah (s.a.) tan daha büyük bir şahıs var mı? Onunla görüşmek (Ebu Leheb ve Ebu Cehil... gibi)bedbahtların hidayetine vesile olmamıştı. Bir gün salihlerin bulunduğu bir meclise günahkar biri takılmıştı. Günahkâr, zelil ve gönlü kırık olarak onlardan ayrı bir yere oturmuş ve Hakk Sübhanehu ve Taâlâ Hazretlerine: Rabbım beni affet, diye dua etmişti. Salih kişi ise: Allah´ım yarın kıyamet günü beni bu adamla birlikte haşreyleme, diye dua etmişti. Bunun üzerine Allah Taâlâ´dan İsa (a.s.) ya vahiy geldi: «Ben ikisinin de duasını kabul ettim, sâlih kişiyi cennetten reddettim, mücrim kişiyi affettim» (ve cennete koydum, böylece ikisi bir araya gelmiyecek). Zunnûn Mısrî, Alim´e: «Mecnûn (divâne) ismi ile adlandırılmış olmanızın sebebi nedir?» diye sormuş: Uzun süre Hakk´tan ayrı kaldığım için âhirette de ayrı mı kalacağım acaba, korkusuna kapıldım ve deli oldum, cevabını almıştı. Şu şiiri bu mânada inşâd ederler: «Bende olan taşta olsaydı onu yerinden sökerdi. Çamurdan yaratılmış olan bu âciz, bunu nasıl taşıyacaktır?» Sûfilerden biri: Ümmet-i Muhammed hakkında en çok ümitli, nefsi hakkında en fazla endişeli olanlar içinde İbn Şirin mertebesine ulaşanı görmedim, demiştir. Derler ki: Süfyan Sevri hastalanmış, hastalığın emmare ve arazları doktora arzolunmuş, doktor da: Korku bu zatın ciğerlerini parçalamıştır, demiş, sonra gelmiş, elini eline almış, nabzına bakmış ve (Hıristiyan doktor) hanifler içinde böyle bir zatın bulunabileceğini bilmiyordum, demiştir. Şibli´ye: Güneş batarken neden sararmaktadır, diye sorulmuş. O da demiş ki: «Çünkü kemâle erdiği mekândan uzaklaştırılmıştır. Nerede duracağı korkusu sararmasına sebep olmaktadır. Tıpkı bunun gibi, dünyadan çıkması yaklaşan müminin de yüzü sararır. Çünkü o da varacağı yerden korkmaktadır. Güneş sabahleyin her tarafa ışıklar saçarak doğar. Mümin de mezarından çıktığı zaman yüzü çevresine ışıklar saçacaktır». Ahmed b. Hanbel (r.a.) in şöyle dediği hikâye olunur: «İzzet ve Celâl sahibi Rabbımdan, korku kapılarından bir kapıyı bana açmasını niyaz ettim. O da açtı. Fakat aklımın başımdan gitmesinden Yüce Allah, «Allah´ın likasını, didârını istiyenlere de Ki: Allahın tayin ettiği zaman gelecektir» (Ankebut, 29/5) (27) buyurmuştur. Alâ b. Zeyd anlatıyor: «Bir kere Mâlik b. Dinar´ın yanına gitmiş ve orada Sehr b. Havsab´ı görmüştüm. Yanından ayrıldığım zaman Sehr´e dedim ki: Allah Taâlâ rahmetini senden eksik etmesin, bana azık ver (bana nasihat et, hadis naklet) ki Allah da (âhirete giderken) sana azık ihsan eylesin. Peki, olur! dedi ve sözüne şöyle devam etti: Halam Ümmü Derdâ Ebu Derdâ´dan naklederek dedi ki: Resûlüllah (s.a.), Cebrail (a.s.) den şunu rivayet etmiştir: ´Aziz ve Celil olan Rabbınız buyurur ki: Kulum bana ibadet ettiğin, benden ümitvar olduğun ve bana bir şeyi şerik koşmadığın sürece işlediğin hata ve günahları affederim. Bana yer dolusu hata ve günahla gelsen, seni o büyüklükte af ile karşılarım, mağfiret ederim ve (günahın büyüklüğüne) aldırmam» (28). Resûlüllah (s.a.) buyurmuştur ki: «Allah Taâlâ kıyamet günü şöyle diyecektir: Arpa tanesi ağırlığı kadar kalbinde îmanı olanları Cehennemden çıkarınız. Sonra şöyle buyurur: Kalbinde hardal tohumu ağırlığınca imanı bulunanları Cehennemden çıkarınız. En nihayet şöyle buyuracaktır: İzzetime ve Celâlime yemin ederek diyorum ki: Bana iman edenleri gecenin veya gündüzün bir anında bile bana iman etmiyenlerle aynı muameleye tâbi tutmam» (29). Recâ ilerde husule gelecek olan, arzu edilen bir şeye karşı kalbin duyduğu ilgidir. Korku (havf) zamanın gelecek parçası ile ilgili olduğu gibi, recâ da müstakbelde vukuu umulan bir hususla ilgilidir. Kalbin hayatı recâ sayesinde (âhirette nail olacağı) nimetler iledir. (Gönül ümit ile yaşar). Recâ ile temenni arasındaki fark şudur: Temenni insanı atalete ve tembelliğe sürükler * Recâ bahsini krş: Luma, s. 61; Kûtu´l-kulûb, I, 432; İhya, IV, 139. 27. Recâ, emel, ümit, Allah´ın fazlına, atasına, ihsanına, keremine, rahmetine . ve lutfuna bel bağlamak manasına gelir. Yeis halinin zıddıdır. Havfullah ile birlikte bulunması arzu edilen bir duygudur. 28. Tirmizt, Daavai, 99; îbn Hanbel, V, 148. 29. Buharî, Tevhid, 19, 36; İman, 33; Müslim, İman, 84; Tirmizî, Cehennem, 9; tbn Mâce, Zühd, 37; tbn Hanbel, I, 296. Recanın üç şekli vardır: Bir adam güzel bir amel işler ve bu amelin kabulünü Allah´tan ümit eder. Bir adam kötü amel yapar, sonra tevbe eder, affa nail olacağını ümit eder. Üçüncüsü yalancı adamdır, günaha devam eder ve: Ben affa nail olacağımdan ümitvarım, der,» demiştir. Nefsini kötü olarak tanıyanların, korku hâllerinin recâ hâllerine galip olması icabeder. Derler ki: Recâ, Kerim ve Vedûd (ihsanı çok bir dost) olan Allah´ın cömertliğine güvenmektir. Denilmiştir ki: Recâ, celâli cemâl gözü ile görmektir (Allah´ın celâli tecellisini cemali tecellisi ile görmektir). Naklederler ki: Recâ, Rab Taâlâ´nın kuluna lütuf ile muamele ettiğini kalbin gözetlemesidir. Denilmiştir ki: Recâ: Âhirette güzel muamele göreceğini ümit ederek kalbin neşe ile dolmasıdır. Derler ki: Recâ, Allah Taâlâ´nın rahmetinin genişliğine bakıştır. Ebu Ali Ruzbâri, Havf ve recâ kuşun iki kanadı gibidir. İkisi birbirine müsavi olursa kuş düzgün, uçuş mükemmel olur. Birisi eksik olursa kuş ve uçuş eksik olur. Her ikisi de bulunmazsa kuş ölüme terkedilmiş olur,» demiştir. Ahmed b. Asım´a, kulda recâ halinin mevcudiyetinin alâmeti nedir? diye sorulmuş. O da: «Allah´ın lutfu ve ihsanı kulu her taraftan çevirince, Hakk Taâlâ´nın dünyevî nimetleri tam, âhiretteki affı eksiksiz olsun diye ona şükretme hâlinin ilham edilmiş olmasıdır,» diye cevap vermiştir. Ebu Abdullah b. Hafif, «Recâ, Allah´ın lutfuna nail olma neticesinde duyulan (manevi) neşedir,» demiştir. Yine İbn Hafif, «Recâ, ümit edilen ve sevilen (Allah)´ın keremini gören gönüllerin rahatlık duymasıdır,» der. Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemi (r.a.) nin, Ebu Osman Mağribi´den şunu naklettiğini işitmiştim: «Ebu Osman Mağribi: Nefsini recâ ile meşgul eden tenbelleşir, amelsiz kalır. Kendini havf ile meşgul eden ümitsizliğe düşer, onun için insan bir kere recâ ile, bir kere korku ile meşgul olmalıdır». şu kadarını söyliyeyim ki, biraz sonra hesap vererek Allah Taâlâ´nın affına nail olacağımı gözlerinizle müşahede edeceksiniz, dedi. Sonra oradan ayrılmadan önce ruhunu teslim eden İmam´ın gözlerini kapattık». Yahya b. Muaz der ki: «İlâhî! Nerede ise günah sahibi olduğum halde senden ümitvar olmam, amel sahibi iken ümitli olmamdan daha fazla oluyor! Çünkü ben kendimi amelde ihlasa itimat eder, bulmaktayım, amelimi nasıl koruyabilirim ki, ben (günah ve) âfetle meşhur bir kimseyim. Günahda ise kendimi, affına itimat eder, bulmaktayım. Günahımı nasıl affetmiyeceksin ki, Sen cömertlik ile mevsûf ve meşhursun!» Ruhunu teslim etmek üzere bulunan Zünnûn, kendisi ile konuşmak istiyenlere: «Ne olur beni meşgul etmeyiniz! Şu anda Allah Ta-âlâ´nın bana bahşeylediği lutufların çokluğunun hayreti içindeyim,» demiştir. Yahya b. Muaz, «İlâhi! Kalbimdeki en tatlı ihsan senden ümitli olmamdır, dilimdeki en zevkli söz seni övmemdir, en sevimli zaman parçası, içinde didarını temaşa edeceğim andır,» diye dua ederdi. Bazı tefsirlerde denilmiştir ki: Resûlüllah (s.a,) Şeybe kapısından girerek sahabenin yanına gelmiş ve onları güler vaziyette görünce: «Nasıl olur da böyle gülersiniz. Benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız,» buyurmuştu. Sonra oradan ayrıldı. Fakat çok geçmeden gerisin geri döndü ve: «Şimdi Cebrail (a.s.) bana geldi ve Allah Taâlâ´nın ´Kullarıma haber ver-, şüphe yok ki, Ben affı ve merhameti çok bol olan bir İlâhım.´ (Hicr, 15/49) buyruğunu getirdi» (30), dedi. Hz. Aişe Resûlülah (s.a.) dan şu hadisi rivayet etmiştir: «Şüphe yok ki, ilâhi rahmet kendilerine çok yakın olduğu halde ye´se düşen ve ümitsizliğe kapılan kulların bu haline Allah Taâlâ güler,» Hz. Aişe der ki: «Ya Resûlallah! Annem-babam sana feda olsun, Celâl ve İzzet sahibi Rabbımız güler mi? diye sordum.» Buyurdular ki: «Ruhumu güçlü elinde tutan Zat-ı Kibriya´ya yemin ederim ki, O güler.» Bunun üzerine Hz. Aişe: «O halde güldüğü zaman sayı ile değil, bol bol ihsanda bulunur, dedim, diyor» (31). 30. Buharî, İman, 3; Müslim, Küsûf, 1. 31. ibn Mâce, Mukaddime, 15; îbn Hanbel, IV, 11, 12. Naklederler ki-. Bir Mecusi İbrahim (a.s.) e misafir olmak istedi. Hz. İbrahim Mecusîye, şayet İslama girersen misafir ederim, dedi. Mecusi, ben Müslüman olursam, senin bana yaptığın ihsanın ne mânası olur ki? dedi ve savuşup gitti. Allah Taâlâ, İbrahim (a.s.) e şunu vahyetti: «Ey İbrahim! Bir kulum dinini değiştirmiyor, diye neden ona yemek yedirmiyorsun? Halbuki yetmiş senedir kâfir olduğu halde biz o zata rızkını veriyoruz. Bir gece de onu sen misafir etseydin, bunun sana ne zararı olacaktı?» Bu hitabı duyan Hz. İbrahim (a.s.) Mecusinin peşine düştü. Onu buldu ve misafir etti: Mecusî ona: Görüşünüzü ve davranışınızı değiştirmenizin sebebi nedir? diye sordu. O da durumu anlattı. Bunun üzerine Mecusi Hz. İbrahim´e sordu: Gerçekten Allah bana böyle mi muamele ediyor? (Ne iyi bir Rab ki, düşmanı için dostuna itâb ediyor) dedi, sonra: Bana İslâmı anlatınız dedi ve müslüman oldu. Şeyh Ebu Ali Dakkak´ın şunu anlattığını duymuştum: «Üstad Ebu Sehl Sulûki (r.a.) ölümünden sonra rüyada Ebu Sehl Zeccac´ı görmüştü. Zeccac vâidin ebediyyetine inanıyordu (Allah bir günah için bunu işliyeni müebbed olarak cezalandıracağım, derse bu tehdit behemehal tahakkuk eder, diyordu.) Ebu Sehl, Zeccac´a: «Halin nasıldır?» diye sordu. O da: «İş vehmettiğimizden daha kolaymış,» diye cevap vermişti. (Şiddete taraftar olan bir zat bile durumu ümit verici bulmuştu). Ebu Bekr b. İşkib´in şunu söylediğini duymuştum: «Üstad Ebu Sehl Sulûki´yi rüyada anlatılmayacak kadar güzel bir hâl üzere gördüm ve sordum: Üstad bu dereceye ne ile nail oldun? Dedi ki: Rabbım hakkında beslediğim hüsnü zan ile» (Ben kulumun zannı üzereyim) . Mâlik b. Dinar rüyada görülür ve kendisine sorulur: Allah sana nasıl muamele yaptı? Cevaben der ki: «Aziz ve Celil olan Rabbımın huzuruna çok miktarda günah ile çıktım. Hakkında beslediğim hüs-nüzan sayesinde hepsini sildi». Nebi (s.a.) buyurur ki: «İzzet ve Celâl sahibi Allah şöyle buyurmuştur: ´Ben kulumun beni zannettiği gibiyim. Kulum beni zikrederse onunla beraber olurum, kulum beni içinden ve gizlice zikrederse ben de onu gizlice ödüllendiririm. Derler ki: îbn Mübarek bir kere iriyarı bir kâfirle cenk ediyordu. Kâfirin ibadet vakti geldi, İbn Mübarek´ten ibadet için mehil istedi. O da istenen mehli verdi. Kâfir güneşe secde edince İbn Mübarek kılıcı ile başını kesmek istedi. Hava ve hatiften bir ses işitti. Ses: «Ahde vefa ediniz, şüphesiz ki, kişi verdiği sözden mesuldür». (İsra, 17/34) diyordu. Bunun üzerine İbn Mübarek niyetinden vazgeçti. Mecusî ibadetini bitirince: Yapmayı düşündüğün şeyi icra etmekten neden vazgeçtin? diye sordu. O da işittiği sesi anlattı. Bunun üzerine Mecusî dedi ki: Ne iyi Rab, düşmanı için dostunu tekdir ediyor. Sonra derhal Müslüman oldu ve güzel bir İslâmi hayat yaşadı. Denilmiştir ki: Allah kendisine Afuv ve Gafûr (af ve mağfiret edici) ismini verince, kullarını günaha düşürmüş oldu (Kul Allah´ın affına güvenerek günah işler. Allah´ın affedici olması için kulunun günah işlemesi icabetmiştir). Nitekim Hakk Taâlâ: «Şüphesiz ki Allah şirki affetmez.» (Nisa, 4/48) buyurduğu için müslümanlar katiyyen şirk koşmamaktadırlar. Lâkin: «Şirk müstesna, dilediği kimsenin diğer günahlarını affeder.» (Nisa, 4/48) buyurunca, insanlar onun affına nail olmaya tamah ettiler, (onun için de günah işlediler), denilmiştir. İbrahim b. Edhem (r.a.) in şöyle dediği hikâye edilir: «Bir hac esnasında ortalık tenhalaşsın da tavaf yapayım, diye bir müddet bekledim. Gece karanlığı bastı, şiddetli yağmur yağıyordu. O sırada ortalık tenhalaşmıştı. Hemen tavafa başladım. Tavaf esnasında Allah´ım, beni masum kıl; Rabbım, beni günahtan koru, diye niyazda bulunuyordum. Hatiften işittiğim bir ses bana dedi ki: Ey İbrahim, seni masum kılmamı istiyorsun, herkes benden ismeti (günahsız olmayı) istemektedir. Fakat siz günahsız olunca ben kime rahmet ve mağfiret edeceğim?» Derler ki: Ebu´l-Abbas b. Şureyh ölüm hastalığında şöyle bir rüya görmüştü: Kıyamet kopmuş, Cebbar olan Hakk Sübhanehu ve Taâlâ, «Ulema nerede?» diyordu. Ulema derhal huzuruna toplandı. Onlara: «Bilgilerinizi ne şekilde tatbik ettiniz,» dedi. Onlar da; Kullarına dinini anlattık dediler. ... Ebu´l-Abbas bu hadiseden üç gün sonra vefat etmişti. Naklederler ki: Ayyaşın biri dostlarını toplamış ve hizmetçisine dört dirhem para vererek mezelik meyva alması için çarşıya göndermişti. Hizmetçi çarşıya giderken Şeyh Mansur b. Ammar´ın meclisine uğramış, Şeyhin bir fakir için bir şey istediğini ve-. Bana dört dirhem verene dört defa dua edeceğim, dediğini duymuş, hizmetçi de elindeki dört dirhemi şeyhe vermişti. Şeyh, hizmetçiye, «Sana hangi konuda dua edeyim,» demiş. Hizmetçi de: Bir efendim var, ondan kurtulmak istiyorum, diye cevap vermiş. Şeyh de bu hususta dua etmişti. Sonra şeyh, «öbürü nedir?» demiş. Hizmetçi-. Fakire verdiğim dört dirhem yerine Allah Taâlâ bana para versin, diye cevap vermiş. Şeyh de bu hususta dua etmişti. Sonra Şeyh, «Öbür muradın nedir?» diye sormuş. Hizmetçi: Allah Efendime tevbe nasib etsin diye cevap vermiş. Şeyh de bu hususta dua etmişti. Sonra Şeyh Mansur, «Dördüncü dileğin nedir?» diye sormuş. Hizmetçi: Allah beni, efendimi, seni ve efendimin içki meclisinde bulunanları affeylesin, diye cevap vermişti. Şeyh de bu hususta dua etmişti. Sonra köle eve gelince; efendisi: Neden geciktin? diye sormuş, hizmetçi durumu anlatmış, efendisi: Şeyh ne diye dua etti? demiş. Hizmetçi: önce hürriyetime kavuşmam için duada bulunmasını istemiştim, demiş. Efendi: öyleyse hadi git, sen hürsün, köle değilsin, fakat ikincisi ne idi? demiş. Köle: İkinci dileğim dört dirhem yerine Allah´ın bana para vermesi idi, demiş. Efendi: Al sana dört dirhem yerine dört bin dirhem fakat söyle bana üçüncü muradın ne idi? demiş. Hizmetçi: Allah´ın sana şu işten tevbe nasip etmesi idi, demiş. Efendi derhal, pişman oldum, tevbe olsun, Allah´a döndüm demiş ve dua konusunda dördüncü hususun ne olduğunu sormuş. Hizmetçi: Allah Taâlâ´nın seni, beni, dostlarını ve vaiz Mansur´u affetmesi idi, demiş. Efendi Sadece bu bana ait değildir, diye karşılık vermişti. Bu zat vefat edince rüyada görülmüş, bir sesin kendisine: Sen, sana ait olanı yaptın, düşünebiliyor musun ki, ben bana ait olanı yapmıyacağım? Seni de, hizmetçiyi de, Şeyh Mansur´u da, o mecliste bulunan dostlarını da affettim, dediği duyulmuştu. Derler ki: Ribah Kaysî defalarca haccetmiştî. Bir gün Kabe´nin altında durdu ve: «İlâhî, yaptığım hac ibadetlerimi kabul et ve günahlarımı affeyle diye niyazda bulundu. Hakk´ın şehadeti ile şehadette bulunanları (Âlu Imran, 3/18) da affettim, dediğini işitmişti. (Cibilliyeti icabı cimri olan insan bunu yaparsa, zatı icabı cömert olan Allah ne yapmaz ki!). Abdulvahhab b. Abdülmecid Sakafî´nin şöyle dediği nakledilir: «Bir kere tabutu üç kişi ve bir kadın tarafından taşınan bir cenaze gördüm. Gittim, kadının yerine tabutun altına girdim, mezarlığa vardık, namazı kıldık, ölüyü mezara defnettik. Sonra kadına: Bu cenaze neyin olur? diye sordum. Kadın: Oğlum, dedi. Peki şu tabutu taşıyacak komşularınız yok mu idi? diye sordum. Vardı, fakat oğlumu hor ve hakir görmüşlerdi, diye cevap verdi. Peki bunun sebebi nedir? dedim. Oğlum mühannes (karı huylu, pezevenk) idi, dedi. Zavallı kadına acıdım, aldım evime getirdim, biraz harçlık, biraz yiyecek, giyecek verdim. O gece bir rüya gördüm: Üzerinde pırıl pırıl beyaz giysiler bulunan ve ayın ondördüne benziyen biri bana yaklaşarak teşekkür etmeye başladı. Sen kimsin? diye sordum. Bugün defnettiğiniz mühannes, sırf halk beni hor ve hakir gördüğü için Rabbım bana acıdı. Beni rahmetine nail kıldı, diye cevap verdi». Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) ın şunu anlattığını duymuştum: «Bir mahalleden geçen Ebu Amr Bîkendî, fesad çıkarıyor, diye halkın bir genci mahalleden kovmakta olduklarını ve annesi olduğu söylenen bir kadının da ağladığını görmüş, kadına acımış, mahalle halkı nezdinde şefaatçi olmak maksadı ile: Ne olur, bu defaya mahsus olmak üzere benim için bağışlayın, bir kere daha fesad işle uğraşırsa istediğinizi yapın, demiş, onlar da genci Ebu Amr´ın hatırı için affetmişlerdi. Birkaç gün geçtikten sonra Ebu Amr tekrar o mahalleden geçmiş, kapının ardından ağlayan yaşlı bir kadın sesini işitmiş, galiba genç kötü işlerine yine başladı ve mahalle halkı onu kovdu, diye düşünmüş, kapıyı çalmış, ihtiyar kadına gencin durumunu sormuş. Kadın gencin öldüğünü bildirmiş. Peki, hali düzelmiş mi idi? diye sorunca, şu cevabı almıştı: Eceli yaklaşınca, ölüm haberimi komşulara iletme, onlara eza-cefa etmiştim, onun için bana söver, cenazeme de gelmezler. Beni defnettiğin zaman, şu üzerinde Bismillah yazılı olan yüzüğümü yanıma koy, defin işini bitirince Aziz ve Celil olan Rabbımın katında benim için şefaatçi ol. der. Anne bu vasiyeti olduğu gibi tatbik etmişti. Kadın mezarın başından ayrılmadan oğlunun affedildiğini müj6deleyen hatiften bir ses işitir. İbrahim Utrûş anlatıyor: «Dicle kenarında Mâruf Kerhi ile otururken bir sandal içinde def çalan, rakseden, içki içen bir genç topluluğu geçmişti. Marufa dedik ki: Görüyor musun şunları, açık açık Allah Taâlâ´ya nasıl isyan ediyorlar? Bunlara beddua eyle. Mâruf, ellerini semâya kaldırdı ve: İlâhi, bunları dünyada nasıl neşelendirdiysen âhirette de öyle neşelendir, diye dua etti. Biz sana dua için değil, beddua için ricada bulunmuştuk, denildi. Şöyle cevap verdi: Şayet Allah bunları âhirette neşelendirirse, dünyada kendilerine tevbe nasip eyler». Ebu Abdullah Hüseyn b. Abdullah anlatıyor: «Kadı Yahya b. Eksem arkadaşım idi. O beni severdi, ben de onu... Yahya günün birinde vefat etti. Rüyada görüp: Rabbım sana nasıl muamele etti, dedim. Dedi ki: Rabbım beni affetti, ancak bir kere beni kınadı ve: Ey Yahya, sen dünyada benim için yaptığın amele kötülük karıştırdın (Bk. Tevbe, 9/102) buyurdu. Dedim ki: Rabbım, bu işi yaparken bana rivayet edilen kudsi hadise güvendim: ´Ben saçları ağaran bir kuluma ateşle azabetmekten haya ederim´ (33). Bunun üzerine Hakk Taâlâ: Ey Yahya seni affettim, Peygamber doğru söylemiştir, ancak sen dünyada benim için işlediğin iyi ameli kötüsü ile karıştırmıştın, (ama buna rağmen seni affettim) buyurdu».
_________________ ديلاور قيزاكUbeydi Asi Rufai Dervişi Arif oğlu Dilaver Cosoviç "KIZAK"
فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ Febieyyi alai rabbikuma tukezzibani.
|